4 Aralık 2014 Perşembe

Turgut UYAR

Şiirin en önemli isimlerinden Turgut Uyar, 4 Ağustos 1927 yılında Ankarada dünyaya gelmiştir. Ahmet Turgut Uyar, altı çocuklu bir ailenin beşinci çocuğu olarak doğar, babası Hayri Bey, bir subaydır ve uzun zamanlar boyunca ailesinden uzakta yaşamak zorunda kalır. Hayri Beyin bu durumu Turgut Uyarı o yıllarda etkilemiştir. Bir yanını eksik kalmasının da etkisiyle Turgut Uyar, henüz o yıllarda naif bir kişiliğe sahip olur. Yaşamı boyunca peşini bırakmayan bu ruh halini, şair şu şekilde kaleme alır; Hüzünlü bir çocuktum. Nedense hep ağlamaya hazır. Ağabeyim bana sataştıkça annem “Yapma oğlum derdi ona; o içli bir çocuk” İlkokulu bitiren Turgut Uyar, bazı nedenlerden ötürü ortaokulu Konya’da askeri bir okulda okur. Daha sonra Bursa Işıklar Askeri Lisesi ve sonra da Askeri Memurlar Okulu’nu bitirir. Bu mezuniyet ile birlikte Turgut Uyar, o yıllarda Kars’ın ilçesi olan Posof’ta(Ardahan’ın il olması ile Posof şu an Ardahan’ın ilçesidir.) askeri memur olarak çalışmaya başlar. 4 yıl burada görev yapan şair, daha sonra Samsun- Terme’ye gönderilir. Burada 2 yıl memurluk yapan Uyar, 1954 yılında Ankara’ya tayin edilir ancak burada da 4 yıl çalıştıktan sonra askeri memurluk görevinden istifa eder. Askeri memurluk mesleğini severek yapmadığını söyleyen şair 1967 yılında kadar SEKA’da çalışır ve buradan emekli olur. Şair bu emekliliği itibariyle Ankara’dan İstanbul’a giderek oraya yerleşir.
Turgut Uyar, İstanbul yaşamı öncesinde, henüz öğrencilik yıllarında bir evlilik yapar. Öğrenciliğinin son yıllarında yaptığı bu evlilikten, Uyarın üç çocuğu olur. Ancak ilk eşi Yezdan Şener ile olan evliliği boşanma ile sonuçlanır. Daha sonra şair Ankarada öykü yazarı Tomris Uyar ile tanışır ve evlenirler. Alkol tüketimi neticesinde siroz hastalığına yakalanan Turgut Uyar, ömrünün son dönemlerinde büyük sıkıntılar çeker. Şiirin en önemli adamlarında biri olan Turgut Uyar, 22 Ağustos 1985 tarihinde son günlerine de geçirdiği evinde yaşama veda eder.
Yazın Hayatı ve Şiir Özellikleri
Turgut Uyarın sanat fitilini alevlendiren olay müziktir. İçine doğduğu aile, müzik duyarlılığı olan ve çeşitli enstrümanlar çalan bir ailedir. Evde ud, keman ve saz eşliğinde sanatsal bir kulak ile büyüyen Turgut Uyarın şiir alt yapısında kuşkusuz bu ortamın etkisi vardır. Henüz, çocukluk yıllarında şiir yazan Turgut Uyar, şiire nasıl başladığını şu şekilde kaleme almıştır;

Şiirlerinden Dizeler

“…Ne dağları tanıdım, ne denizleri ne ötekiyi ne berikiyi daha demin uyanmıştım, az önce, baktım vakit akşam...”

“…Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmiyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım…”

çünkü denize bulastim 
bunu ellerimin maviliginden anliyorum…”

"bütün yaratılmışlara selam salmalı, selam almalı
iyi günlerden, kötü yıllardan, baharlardan
gecelerin peşinde kaybolmuş diyarlardan
ah! şimdi şu sessiz gecemde bana
-turgut, kalk gidelim- diyen bir dost olmalı…”

“…ben sana kürk alamam doğrusu. 
güzel bileklerine bilezik alamam. 
bir kap yemek, bir elbise. 
öyle bir tat var ki fakirliğimizde; başka hiçbir şeyde bulamam…


“…tahammül gerek, özlem iyice arsızlaştı..."

Orhan Veli KANIK

13 Nisan 1914 tarihinde İstanbul’da doğan Orhan Veli’nin babası Mehmet Veli Kanık’tır.Mehmet Veli Kanık, İzmir Sanayi Bandosu’nda ve İstanbul Mızıka-i Hümayun’da çalışmıştır. 1932 senesinde Cumhurbaşkanlığı Bando Heyeti Şefliği’ne tayin edilmiştir. Annesi Fatma Nigar, Beykoz’un kereste tüccarlarından Hacı Ahmet Bey’in kızıdır.İlköğretimine Galatasaray Lisesi’nde yatılı olarak başlayan sanatçı, okulda Fransızcaya ilgi göstermiştir. Babasının tayininin Ankara’ya çıkması üzerine, şair Galatasaray Lisesi’nden ayrılmış ve Ankara’ya yerleşmiştir. Gazi İlkokulu’nun beşinci sınıfına kaydolan Orhan Veli, bir yıl sonra buradan mezun olmuştur. Ortaöğrenimini 1932’de Ankara Erkek Lisesi’nde yapmıştır.
1933 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümüne girmiştir. Daha sonra fakültenin Talebe Cemiyeti Başkanlığı’na seçilen Orhan Veli, bir yandan da Galatasaray Lisesi’nde öğretmen yardımcılığı görevini üstlenmiştir. 1935 yılında eğitimini yarıda bırakıp Ankara’ya dönen sanatçı, 1936-1942 yılları arasında, PTT Genel MüdürlüğüTelgraf İşleri Reisliği Milletlerarası Nizamlar Bürosu’nda memurluk yapmıştır. 1941 yılında Yedek Subay Okulu’na girmiş ve 1942’de Gelibolu’nun Kavak köyünde piyade yedek subayı olarak görev yapmıştır. Şair, 1944 senesinde terhis olunca Ankara’ya geri dönüş yapmıştır. 1945 senesinde MEB Tercüme Bürosu’nda memur olarak çalışmaya başlamıştır. Bu görevi sırasında “MEB Dünya Edebiyatlarından Tercümeler” serisinde Fransızcadan çeviriler yapmıştır. Milli Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer’n baskıcı yönetimine uyum sağlayamayan Kanık, 1947 senesinde görevinden istifa etmiştir. Bu tarihten sonra resmi bir görev üstlenmeyen şair, geçimini yazarlık ve çevirmenlik yaparak sağlamıştır.

1947 senesinde Mehmet Ali Aybar’ın çıkardığı Hür ve Zincirli Hürriyet gazetelerinde yarı siyasal değinmeler, eleştiriler kaleme almıştır. 1948 yılında Ulus’ta “Yolcu Notları”nı yayımlamış ve “La Fontaine’in Masalları”nı Türkçeye çevirmiştir. 1 Ocak 1949 tarihinde Ankara’da Yaprak dergisini çıkarmaya başlayan sanatçı, 15 Haziran 1950’ye kadar 28 sayı çıkan derginin neredeyse tüm işlerini kendisi yürütmüştür.
Ankara’da 10 Kasım 1950 tarihinde sarhoş olduğu bir gece belediyenin kazdırdığı bir çukura düşen sanatçı başından hafifçe yaralanmıştır. Bu olaydan 4 gün sonra, İstanbul’da bir arkadaşının evinde yemek yerken rahatsızlanmıştır. Geçirdiği beyin kanamasının teşhis edilememesi yüzünden, 14 Kasım 1950 gecesi saat 23.20’de Cerrahpaşa Hastanesi’nde hayata gözlerini kapamıştır.

Sanatı
Edebiyata ilgisi daha ilkokulda başlayan Orhan Veli, ortaokul yedinci sınıfta Oktay Rıfat ve lise birinci sınıfta da Melih Cevdet ile tanışmıştır. Bu şekilde ölüme dek sürecek bir dostluğun temelleri atılmıştır. Lise öğrencisi olan üç arkadaş, yazdıkları şiirleri birbirlerine okumuşlar, sanat sorunları üzerinde tartışmışlardır. Bu üç sıkı dost lisede kooperatifin parasıyla “Sesimiz” adlı bir dergi yayımlamışlardır. Orhan Veli, lisenin ilk senelerinde öğretmeni Ahmet Hamdi Tanpınar’dan yardım görmüştür. Onun özendirmeleri ve yüreklendirmeleriyle yazmaya devam etmiştir. Ayrıca,daha sonraki sınıflarda Rıfkı Melûl Meriç, Halil Vedat Fıratlı ve Yahya Saim Sinanoğlu gibi öğretmenlerinden de destek görmüştür. Kanık, “Sesimiz” dergisindeki şiirleri sayılmazsa, edebiyat dünyasına kendisini Nahit Sırrı Örik’in önerisiyle 1 Aralık 1936 tarihli Varlık dergisinde yayımladığı şiirleriyle tanıtmıştır.


Derginin bu sayısında yayımlanan şiirleri; “Oaristys, Ebabil, Eldorado, Düşüncelerimin Başucunda”dır. Varlık dergisi, Orhan Veli’yi okuyucularına şöyle tanıtmıştır:”Varlık’ın şiir kadrosu yeni ve kuvvetli genç imzalarla zenginleşmektedir. Aşağıda dört şiirini okuyacağınız Orhan Veli, şimdiye kadar yazılarını hiç neşretmemiş olmasına rağmen olgun bir sanat sahibidir. Gelecek sayılarımız onun ve arkadaşları Oktay Rıfat, Melih Cevdet, Mehmet Ali Sel’in şiirimize getirdiği yeni havayı daha iyi belirtecektir.”
1936-1941 yılları arasında Varlık dergisinin yanı sıra İnsan, Ses, Gençlik, Küllük, İnkılâpçı Gençlik dergilerinde de eserlerini yayımlamıştır. Bu devir şiirlerinde insan, aşk, doğa, savaş, yaşamak, çocukluk, yolculuk, sarhoşluk gibi temalara yönelmiştir. Şiire yeni dünyalar, yeni insanlar dâhil ederek şiirin sınırlarını genişletmeyi amaçlayan sanatçı, sıfatlarla ilgili sözcükleri azaltmış; insanların gündelik yaşayışı ve maddi olanaklarıyla ilgili sözcükleri ve fiilleri artırmıştır. Sanatçının duygudan düşünceye, hayalden gerçeğe doğru yöneldiği göze çarpmaktadır.
1941 yılı sonuna dek Varlık, İnsan ve diğer dergilerde Orhan Veli Kanık’ın yüze yakın şiiri yayımlanmıştır.

Sanatçı, bu şiirlerin bazılarını seçerek Garip kitabına almış; fakat 66 şiirini beğenmediği için hiçbir kitabına dâhil etmemiştir. Sanatçının ölümünden sonra bir yayınevi bu şiirlerini “Orhan Veli-Bütün Şiirleri” adlı kitapta toplamıştır. Sanatçı, bu dönem şiirlerinde dil ve dış yapı özellikleri açısından Hececilere; içerik ve şiir anlayışı açısından da Ahmet Haşim, Necip Fazıl, Cahit Sıtkı ve Ahmet Hamdi gibi öz şiircilere benzer eserler meydana getirmiştir. 1937 yılından sonraki şiirlerinde ise, geleneksellikten uzaklaşmaya başlamış ve dizelerin alışılmış düzenini değiştirmiştir.

Divan şiiri ve aruz kalıplarını çok iyi bilen sanatçı, serbest ölçüyle şiirler kaleme alan gençlere, “Önce şu sevmediğimiz, alışamadığımız ve zorla ezberlettirilen kalıp hükümleri bilmemiz lazım; ondan sonra bu çerçeveyi kırarak yeni şekiller, yeni buluşlar ve yeni bir zevk anlayışı aramaya koyulalım.” tavsiyesinde bulunmuştur. Onun divan edebiyatını çok iyi bildiğini, yalnız çevresindekiler değil; eski edebiyatın savunucuları da kabul etmişlerdir. Refi Cevat Ulunay, “Orhan Veli, bizim aşk ile sarıldığımız mukayyet edebiyata da rubailerinden birini tercüme etmişti.” sözleriyle, onun divan şiirine hâkimiyetini belirtmiştir.
Şairin aruz ölçüsüyle kaleme aldığı “Efsane” şiiri, Yahya Kemal Beyatlı ile birlikte divan şiirini savunan bazı kimseler beğenilmiştir. “Efsane”, şu ön açıklamayla yayımlanmıştır: “Orhan Veli bu şiiri, eski tarzın hiç de zorluk göstermediğini anlatmak için düzmüştür herhalde. Anlatıldığına göre şair sağlığında, bu şiiri Yahya Kemal’e okumuş, üstat da kendisine ‘Siz biraz daha gayret etseniz bizi de geçeceksiniz.’ demiştir. Orhan Veli’nin verdiği yanıt ise: ‘Aman efendim, biz bunu alay olsun diye yazıyoruz.’ olmuştur.
Orhan Veli ve arkadaşlarının şiirde yaptığı yenilikler, 1941 yılında Garip kitabında birleştirdikleri eserlerle bir harekete dönüşmüştür. Kitap, edebiyat çevrelerinde büyük ses getirmiş ve birçok övgü ve yergi almıştır.
Garip akımına ait ilk şiirler, Varlık dergisinin 15 Eylül 1937 tarihli sayısında çıkmıştır. Oktay Rıfat, Mehmet Ali Sel ve Orhan Veli imzalarını taşıyan ve “Şiirler” ismi altında basılan on şiir, “Bu sayfayı Şair Melih Cevdet Anday’a ithaf ediyoruz.” notuyla yayımlanmıştır. Bu sunum, şiirlerin aralarında bulunmayan arkadaşlarının anısına hediye olduğunu belirtmenin yanında başka bir amaç daha taşımaktadır. İki şair kamuoyuna, bu yeni şiir tarzının üyeleri arasında onun da olduğu mesajını vermektedir. İki sayı sonra Oktay Rıfat ve Orhan Veli’nin şiirleri yayımlanmıştır. Bunlardan özellikle “Sürrealist Oyunlarından” isimli metin ilginçtir. Bu diyalog-şiirde, iki şair, edebi ve soysal konulardaki değişik düşüncelerini anlatmışlardır.

Sanatçının şiirleri, 1942-1948 yılları arasında Varlık, Demet, İşte Aile ve Ülkü dergilerinde yayımlanmıştır. İkinci kitabı “Vazgeçemediğim”i 1945 senesinde okuyucularıyla buluşturmuştur. Dört yıl sonra yayımlanan bu kitapta, Garip’e bağlı şiirlerinin yanında, Garip’ten uzaklaştığı şiirlerin de bulunduğu görülmektedir. 1945’te kendi şiirleriyle genişleterek yayımladığı Garip kitabının ikinci baskısının önsözünde de, “Onları beş sene evvel yazmıştım. Beş sene sonra da aynı şeyleri söyleyecek olduktan sonra ne diye yaşadım?” diyerek bu değişimin gerekçesini açıklamıştır.  
Bezirci’ye göre, bu değişmelerin önünde kafiyeye başvurulması gelmektedir. Şair, yıkıcı şiirlerini yayımlamaya başladığı günlerde ölçünün yanında kafiyeyi de şiir için bir kayıt saymaktaydı. Seneler sonra, kafiyeye dönmeye niyeti olup olmadığını soran Sait Faik’e “Şimdilik vezne, kafiyeye bağlanmamak lazım, sonra faydalanılabilir.” demiştir. Bu faydalanma gününün geldiğine inanan şair, az da olsa kafiyeyi kullanmaya başlamıştır. Daha çok yarım, hatta düzensiz kafiyeler kullanan sanatçı, zaman zaman halk şiiri ve halk türkülerinden de yararlanmıştır. Sanatçının değişmeye başladığını gösteren bir başka nokta ise, şiirlerinde duygunun ağır basmaya başlamasıdır. Şiirlerindeki gülmece unsurları azalarak yerini lirizme bırakmıştır. Ayrıca şiirlerinde sıfatlara da yer vermiştir. Orhan Veli, bu kitabında yıkıcılıktan yapıcılığa yönelmiştir.

Orhan Veli, yıkıcılık döneminde kaleme aldığı şiirleri beğenmemeye başlamıştır. Sait Faik’in, “Şimdi o şiirleri beğenir misiniz?” sorusuna; “Şimdi onları beğenmiyorum. Şekil bakımından zayıf buluyorum. Şiirin bir de ustalık denen şeye dayandığını o zaman bilmiyormuşuz demek. Bugün bu şiirlerden ayrıldık. Halk şiirinden istifade ediyoruz. Ama bir hamle yapabilmek için, eskicilikten silkinebilmek için o şiirleri yazmak lazımdı.” cevabını vermiştir.
1946 senesinde yayımlanan “Destan Gibi” isimli şiir kitabı halk şiirini modernleştirmeye, onun dilini, söyleyişlerini, bazı kalıplarını zamanın beğenisine göre düzenlemeye çalıştığının göstergesidir. Orhan Veli, bu kitabında İstanbul’dan Zonguldak’a seyahatini, bu seyahatin kendisinde uyandırdığı izlenimleri ve çağrışımları halk ezgilerinden faydalanarak anlatmıştır. Dördüncü şiir kitabı “Yenisi”ni 1947 yılında okuyucularıyla buluşturan sanatçının bu kitabında on altı şiir yer almaktadır. Daha önce, birçoğu Varlık ve Aile dergilerinde çıkan bu şiirler; Garip’e bağlı olduğu şiirler, duygusal şiirler ve toplumcu şiirler olmak üzere 3’e ayrılmaktadır. “Destan Gibi” kitabının hemen ardından basılan “Yenisi” o kitaba benzememektedir. Sanatçının bu kitabında halk ezgilerini, halk folklorunu kullanmayı bıraktığı görülmektedir.

Bu tutuma sahip olmasının nedenleri arasında Garip akımında büyük desteklerini aldığı Nurullah Ataç ve Nahit Sırrı Örik gibi edebiyatçıların, “Destan Gibi” kitabında halk şiirlerinden esinlendiği şiirlerini eleştirmeleri büyük rol oynamaktadır. Yenisi ise, daha önceki yapıtlarına bağlanmakta, onların bazı çizgilerini ileri götürmektedir. Folklor yerine, toplumcu şiir anlayışına geçiş yapıldığı göze çarpmaktadır. Sanatçının; Aile, Varlık, Yaprak ve Meydan dergilerinde çıkan şiirlerinden meydana gelen son kitabı “Karşı”, ölümünden bir yıl önce yayımlanmıştır. Yenisi kitabındaki şiirler için yapılan gruplandırmalar bu kitabı için de geçerlidir: Duygudan ziyade akla önem veren garip tarzı şiirler, duygu ve doğa şiirleri ve toplumsal şiirler.

Şiirlerden Dizeler 

'' Sanma ki derdim güneşten ötürü;
Ne çıkar bahar geldiyse?
Bademler çiçek açtıysa?
Ucunda ölüm yok ya.
Hoş, olsa da korkacak mıyım zaten
Güneşle gelecek ölümden?
Ben ki her nisan bir yaş daha genç,
Her bahar biraz daha aşığım;
Korkar mıyım?
Ah, dostum, derdim başka...''

“Bu şehirdedir işim gücüm, 
Ekmek param. 
Fakat bütün bunlara mukabil 
Yine budur başka bir şehirdeki 
Bir kadın yüzünden 
Bıraktığım şehir…

Baka kalırım giden geminin ardından; 
Atamam kendimi denize, dünya güzel; 
Serde erkeklik var, ağlayamam…”

''Şiir yazma hastalığım hep böyle havalarda nüksetti,Beni bu güzel havalar mahvetti...''

“Cep delik, cepken delik, 
Kol delik, mintan delik, 
Yen delik, kaftan delik, 
Kevgir misin be kardeşlik…”

''...Yüz karası değil, kömür karası
Böyle kazanılır ekmek parası…''

“Öyle bir havada gel ki vazgeçmek mümkün olmasın…”

Attila İLHAN

15 Haziran 1925 tarihinde dünyaya gelen şairin babası savcı Muharrem Bedrettin İlhan; annesi Emine Memnune Hanımdır. Babasının emekli olduktan sonra avukatlık yapmak üzere İzmiri tercih etmesi üzerine buraya yerleşmişlerdir. İlköğrenimini Karşıyaka Cumhuriyet İlkokulunda ve Karşıyaka Ortaokulunda bitirmiştir. Nedimin şiirlerini okuyan bir babayla roman okumayı seven bir annenin çocuğu olan sanatçı, kitaplarla iç içe bir çocukluk yaşamıştır. İlkokul üçüncü sınıfta ilk şiir denemelerini yapan sanatçı, ortaokul üçüncü sınıfta Nazım Hikmet, Şolohov, Gorki, Reşat Enis, Aka Gündüz ve Esat Mahmut Karakurt gibi sanatçıları okumuştur. İzmir Atatürk Lisesinde birinci sınıf öğrencisiyken gizli örgüt kurma suçundan dolayı tutuklanmıştır. Olayın gelişimi ise şöyledir: Attila İlhan, o vakitlerde bir kızla mektuplaşırmış. Okul yönetiminin öğrenciler üzerinde yaptığı aramalar sırasında, kız arkadaşının defterinden şairin yazdığı aşk mektubu bulunmuş. Öğretmenler, mektubun içinde Nazım Hikmet adını ve şiirini görünce polise haber vermişler. Sanatçı, apar topar evden alınıp sorgulamaya götürülmüş. Uzun bir zaman cezaevinde kalan İlhanı babası hapisten kurtarmak için, Manisa Akıl Hastalıkları Hastanesinde oğlunu üç hafta kadar müşahede altına aldırmış. Ailesinin Bu çocuk akıl hastasıdır. söylemlerine karşın şair, suçlu bulunmuştur. Yaşı küçük olduğu için şairin suçu ertelenmiş; ancak Türkiyede okuması yasaklanmış. Babasının uzun süren hukuk mücadelesi sonunda Danıştay kararıyla okuma hakkını geri kazanmıştır.
Öğrenim hakkını yeniden elde eden şair, İstanbul Işık Lisesine girmiş ve buradan 1946 yılında mezun olmuştur. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesindeki öğrenimini yarıda bırakıp 1949 yılında Nazım Hikmeti Kurtarma Komitesine katılmak için Parise gitmiştir. O yıllarda kitapları yasak olan Nazım Hikmetin şiirleri el yazmaları şeklinde elden ele dolaşmaktadır. Attila İlhanın da büyük hayranlık duyduğu şairin 835 Satır şiirini, Gece Gece Telgrafın çoğu şiirlerini, Benerci Kendini Niçin Öldürdü ve Taranta Babuya Mektupların önemli bir kısmını, Kurtuluş Savaşı Destanının hemen hemen tamamını ezberlemiştir.

1950 yılında Paristen dönen İlhan, Gerçek gazetesinde çalışmıştır. 1952 senesinde yurda dönüş yapan Attila İlhan, Bobstil ve alafranga olarak adlandırdığı Garipçilerin karşısında yer almış ve 1954-1955 yıllarında yayımlanan Mavi dergisinde topladığı genç şairlerle beraber bu akıma karşı eleştiriler yapmışlardır. Vatan Gazetesinde sinema eleştirileri kaleme alan şair, Ali Kaptanoğlu takma adıyla senaryolar yazmıştır. Yalnızlar Rıhtımı, Ateşten Damlalar, Rıfat Diye Biri, Şoför Nebahat, Devlerin Öfkesi, Ver Elini İstanbul, Sokaktaki Adam bunların birkaçıdır. 1962-1965 yılları arasında Pariste yaşayan İlhan, 1965-1973 yılları arasında Demokrat İzmir Gazetesinde genel yayın müdürlüğü ve başyazarlık yapmıştır. 1968 senesinde Biket Hanım ile evlenmiştir. 1973-1980 yılları arasında, Ankara Bilgi Yayınevinde danışmanlık yapan şair, 1981 yılından sonra İstanbulda yaşamını sürdürmeye devam etmiştir. Burada Sanat Olayı, Yelken ve Cönk dergilerinin yönetimini üstlenen Attila İlhan, Vatan, Yeni Ortam, Dünya, Demokrat İzmir, Milliyet, Güneş, Cumhuriyet ve Meydan gazetelerinde köşe yazıları kaleme almıştır.

kovuşturmaya uğrayan şair, 1951 yılında tekrar Paris
Sanatı
Yayımlanan ilk şiiri Balıkçı Türküsü, Ekim 1941 sayılı Yeni Edebiyat dergisinde çıkmıştır.  Cebbaroğlu Mehemmed adlı destan şiiriyle ikincilik ödülü kazanmış ve büyük bir üne kavuşmuştur. 1948 senesinde ilk şiir kitabı Duvarı kendi imkânlarıyla yayımlamıştır. Beterlioğlu takma adıyla Gün ve Yücel dergilerinde destansı özellikler taşıyan ilk denemelerini yayımlamıştır. 1946 CHP Şiir Yarışması

1948 yılında yayımlanan Duvarda, toplumsal duyarlılıkla yazılmış şiirler vardır. Özgürlük, yurtseverlik, özveri, barış, insanlık temalarını ele alan bu şiirler, İkinci Dünya Savaşının gerilimini, sıkıntılarını ve çöküntülerini anlatmıştır. Gavurdağlarından Rivayet bölümünde, öykü şiirlere yer vermiştir. Destan türünün söyleyiş özelliklerinden yararlanan bu yapı içinde, tam ve yarım kafiye ile elde edilen ses zenginliği ve güçlü imgelerle manzumeden şiire çıkılabilmiştir.
Nurullah Ataçın söylemine göre erkekçe sesi, güngörmüş şairlere özgü becerileri, özellikle getirdiği yerel havayla toplumcu gerçekçi anlayış içinde yerini ararken şiirini iki yönde geliştirmeye çalıştığı söylenebilir. Öykü şiir diyebileceğimiz uzun kuruluşlarda genellikle belli bir toplumsal problemden kaynaklanan duyarlılıkların işlendiği şiirlerde toplumsal problemleri ele alan şiirlerde, bireysel ve toplumsal duyarlılığın iç içe olduğu görülmektedir. Bu şiirlerde bireysel duyarlılık toplumsal problemleri yumuşatma görevi üstlenmiş gibidir. Mısralara, boğazlanmış aydınlığın şarkısı, lacivert kanatlar, şimşeklerin kılıcı, şarap rengi şafak, uçuşan şarkılar, ela gözlü yağmur gibi şairanelik seviyesindeki tamlamaların yanında yer yer aynı özellikte benzetmeler hâkimdir. Bu yan unsurlardan, sanatçının şiirinde oluşturmak istediği coşku selini daim kılmak için yararlandığı düşünülebilir.
1954 yılında çıkardığı Sisler Bulvarı kitabıyla şairin toplumcu temadan çok bireysel temalara yöneldiği göze çarpmaktadır. Şiir yazmanın düzyazıdan ciddi ve içten farkları olduğunu belirterek imgeyi ön plana almıştır; fakat imgenin asla tek başına amaç olamayacağını savunarak o yıllarda bir harekete dönüşmekte olan İkinci Yenicilerden kendisini özellikle ayrı tutmuştur. Şiirindeki bu tutum değişikliğinin sinyallerini, zaten 1951 senesinden beri Paristen Pazar Postası gazetesine yolladığı yazılarıyla göndermiştir. Sonra Seçilmiş Hikâyeler, Kaynak ve Ufuklar dergilerinde yayımlanan yazılarında Garip ve Toplumcu Gerçekçi şiire tepkisini ve itirazlarını kaleme almıştır. Özellikle, 1 Temmuz 1953 tarihli Kaynak dergisinde çıkan Sıkı Durun Putlar, Sıkı başlıklı yazısı edebiyat çevrelerinde tartışmalara neden olmuştur.

Şairin yazıları Ankarada bir grup gencin çıkardığı Mavi dergisi tarafından benimsenmiş ve destek görmüştür. Mavi, yazı işleri müdürlüğünü Teoman Civelekin yaptığı ve kadrosunda Ülkü Arman, Güner Sümer, Bekir Çiftçi gibi gençlerin bulunduğu bir dergidir. İlk sayısı 1 Kasım 1952 tarihinde yayımlanan dergi, büyük boy kâğıda sekiz sayfa olarak hazırlanmıştır. 1 Ekim 1954 tarihinde yayınına son veren dergi, 1955-1956 yıllarında Özdemir Nutkunun yönetiminde Son Mavi adıyla çıkarılmıştır.
Toplumcu bir şair olan İlhan, Türk şiir bileşiminin de asıl bu çizgi üzerinde başarılacağına inanmıştır. Ancak, Cumhuriyet dönemi şairlerinin Batılı bilimsel ve estetik yöntemleri ulusal ve toplumsal kadrosu içerisinde kendi koşullarımıza uygulamaları gerektiğini belirtmiştir. Diğer bir söylemle, aktarma şiirine karşı çıkmıştır. Şair, toplumsal ile toplumcu arasında bir ayrıma gitmeye çalışmıştır. Yazılarında, toplumcu gerçekçilik ile toplumsal gerçekçilikin birbirine karıştırıldığını; birincisinin sosyalist realizmin, ikincisinin de sosyal realizmin Türkçe karşılıkları olduğunu söylemiştir. Mavi dergisinde önerdiği çözüm; Atatürkçülük doğrultusunda toplumsal gerçekçiliktir. Şiirimiz ancak bu biçimde toplumcu bir temele oturacaktır:
İşin doğrusu, Türk sanat geleneğini iyice sindirmek, günümüz koşullarının Türk içlemini, çağdaş estetik yöntemlerini kullanarak, o içleme en uygun gelen biçimde yoğurup geleneksel gelişme zincirine yeni bir halka diye eklemektir.1968 senesinde çıkardığı Yasak Sevişmek kitabıyla beraber, kendi şiir oluşumunun tamamlandığını belirtmiştir. Şiirinin yapısı, Batıdan, halk şiirinden toplumcu şiir geleneğinden ve divan şiirinden alınmış unsurların bir araya getirilip bundan özgün bir sentezin çıkarılması ile oluşmuştur. 
Duvardaki şiirlerde halk şiirinden bir şeyler yoğurmaya çalışan şair, 1974 yılında okuyucularıyla buluşturduğu Tutuklunun Günlüğünde bu defa divan şiirinden bir şeyler çıkarmaya çalışmıştır. Gazeli, muhammesi, müseddesi ve şarkıyı yenileştirerek geleneksel Türk şiirinin sesini çağdaş bir içerikle kaynaştırmayı amaçlamıştır. Attila İlhanı gerek sanatçı kişiliğiyle gerekse düşünceleriyle bir gruba sokarak dar kalıplarda değerlendirmek imkânsızdır. O, sosyal alanlardaki derin bilgisi ve geniş kültürüyle çağına tanıklık eden ve çözümler üreten bir aydındır. Kendisini ifade etmek adına tek bir yolu izlemekle yetinmemiş, şiirle başladığı serüvenini roman, deneme, köşe yazıları ve senaryolarıyla zenginleştirerek okuruna ulaşmıştır.


 Şiirlerinden Dizeler

"Acı bir tütün gibi yakıyor genzimi, Senden uzak olmak."

“Ne güzel bir yalansın sen,
Hep inandığım...”

“Mevsimin suçu yok. Yokluğun soğuk…”

“Hep böyle güzel mi gülersin dedi, rakın varsa biraz da ağlarım dedim…”

“Kolay diyorsun, gel bir de sen yaşa sensizliğimi…”

“Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek…”

“Mutlu olan insanlar uyudu,
Mutsuz olan insanlara selam olsun…”

“Geleceğim bekle dedi
Ben beklemedim o da gelmedi
Ölüm gibi birşeydi
Ama kimse ölmedi…”

“bu gece dağ başları kadar
yalnızım.
Çiçekler damlıyor gecenin parmaklarından,
dudaklarımda...”

Özdemir ASAF

11 Haziran 1923’te Ankara’da doğdu. 28 Ocak 1981’de İstanbul’da öldü. Asıl adı Halit Özdemir Arun.       İlk öğretiminin bir bölümünü Galatasaray Lisesi’nde yaptı.1942’de Kabataş Erkek Lisesi’nden mezun oldu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve İktisat Fakültesi Gazetecilik Enstitüsü’ndeki öğrenimini yarım bıraktı. Bir süre sigortacılıkla uğraştı. Zaman ve Tanin gazetelerinde çevirmen olarak çalıştı. 1950’de İstanbul’da Sanat Basımevi’ni kurarak yayıncılığa başladı, kendi şiir kitaplarını bastı. 1955’te Yuvarlak Masa Yayınları’nı kurdu. İlk şiirleri “Servet-i Fünun Uyanış” dergisinde yayınlandı. çeşitli dergilerle, Vatan gazetesinin sanat sayfalarında çıkan şiirleriyle tanındı. Özgün ve etkileyici bir dil kullandığı şiirlerinde “ikinci kişi” sorununu ele aldı. İkinci kişiye bağlılığını çeşitli yönlerden inceledi, kendi davranışlarını soyutlama yoluyla bir düşünce düzeyine yükselterek çözümlemeye çalıştı.
Özellikle son dönem şiirlerinde dize sayısını azaltarak duygu ve zeka pırıltılarının kaynaştığı kısa şiirler yazdı. Şiirlerinin bir bölümünde toplumla, yaşadığı çağla ve kendisiyle hesaplaşmasının buruk öfkesi gözlemlenir. Bu yaklaşımla yeni taşlama biçimleri üreterek hiciv şiirinin öğelerini ustaca kullandı. İnsan ilişkilerinin toplumsal ve bireysel düzlemlerdeki çelişkilerini “sen-ben” ikileminde yansıttı. Şiirlerinde çok sık kullandığı sevgi, ayrılık, ölüm temaları, son şiirlerinde yerlerini kaçış, umutsuzluk ve tedirginliğe bıraktı.
       
ESERLERİ
özdemir asafŞİİR:
Dünya Kaçtı Gözüme (1955)
Sen Sen Sen (1956)
Bir Kapı Önünde (1957)
Yumuşaklıklar Değil (1962)
To Go To (1964, Yıldız Moran’ın İngilizce’ye çevirdiği şiirler)
Nasılsın (1970)
Çiçekleri Yemeyin (1975)
Yalnızlık Paylaşılmaz (1978)
Benden Sonra Mutluluk (1984, ölümünden sonra)
DENEME-ÖYKÜ:
Yuvarlağın Köşeleri 1 (Etika) (1961)
Yuvarlağın Köşeleri 2 (Etika) (1986)
Dün Yağmur Yağacak (Öykü) (1987)
Özdemir Asafça (Deneme) (1988)
Şiirlerinden Dizeler

“…Seni saklayacağım inan,
Yazdıklarımda,çizdiklerimde,şarkılarımda,şiirlerimde...
Sen kalacaksın,kimseler bilmeyecek,
Kimseler görmeyecek seni..
Bakacaksın benzemiyor gelen günler geçenlere
.Dalacaksın,
Bir sevgiyi anlamak ,bir ömür harcamaktır *
- HARCAYACAKSIN...”

"Ben sevmekten hiç borçlu çıkmadım."

“İyi geceler canım derdin.Gecenin iyiliğinden çok, canın olma düşüncesi yeşerir dururdu içimde…”

“Bir gün gelir,
Ben sizlere benzemeyi bırakırım..
Bir gün gelir,
Ben sizlere gitmeyi gelmeyi bırakırım..
Bir gün gelir, 
Ben sizlere duymayı düşünmeyi bırakırım…”

“Sevgisiz bir bağlılık.. 
Bu, insanı yaşa yaşaya öldüren bir yaşamda sürükler. 
Sevgiyle bağlılık.. 

Bu insanı öldüre öldüre yaşatan bir yaşamda sürdürür…”

“Tek kişilik miydi ki bu şehir, 
Sen gidince bomboş kaldı…”

“Aynı günde dört mevsime tanık olmak gibi bir şey bu. Önce özlüyor, sonra ağlıyor, akşamları küsüyor, geceleri çok seviyorum…”

Edip CANSEVER

Edebiyatımızın en önemli şairlerinden Edip Cansever, 8 Ağustos 1928 tarihinde İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Kumkapı Ortaokulu’nu ve İstanbul Erkek Lisesi’ni bitiren Edip Cansever, daha sonra Yüksek Ticaret Okuluna girmiş ancak okulu bitirmemiştir.
Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı’nda 2. Yeni hareketi içerisinde yer alan Edip Cansever, eğitim yaşamına tamamlamadan ticarete atılmıştır. 1950 yılında İstanbul- Kapalı Çarşı’da ticaret yapmaya başlayan Cansever, şiiri de bir kenara bırakmamıştır. İlk olarak yazdığı şiirleri 1944 tarihinde “İstanbul” adlı bir dergide yayımlayan Edip Cansever, yine bu yıllarda çeşitli dergilerde şiirlerini yayımlamıştır. 1951 yılında ise Cansever arkadaşları ile birlikte “Nokta” adında bir dergi çıkarır. 1950’’li yıllarda Edip Cansever, farklı bir şiir tarzı ile şiirlerini kaleme almaktadır. Esasen ilk kitabından da kendini belli eden şair ancak daha sonra yarattığı farklılık edebiyat çevreleri tarafından fark edilmeye başlar. Edebiyatımıza tüm geleneklerin de ötesinde yeni bir soluk geliyordu ve bu soluk Edip Cansever tarafından inşa ediliyordu. Cansever, üretken bir şair olarak varlığını koruyordu ancak bu yıllarda şiir hakkındaki fikirlerini yazdığı düzyazılarda da açıklıyordu.
4236_edip-cansever1
1957 yılında “”Yerçekimli Karanfil”” adlı kitabını yayımlayan Edip Cansever, büyük bir beğeni toplar ve bu kitap ile 1958 Yeditepe Şiir Armağanı’nı kazanır. Kendisinin de içinde bulunduğu 2. Yeni hareketinin karakteristik özelliklerini bu kitaptaki şiirlerde gösteren Edip Cansever, ülkemiz şiirine bambaşka bir tarz getirmiştir. 1976 yılında yine şair için ve edebiyatımız için çok farklı bir noktada duran “Ben Ruhi Bey Nasılım” adlı kitabını yayımlamıştır. Şairin bu kitabı ise 1977 yılında Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü’nü almıştır. Son olarak usta şair, “Yeniden” adı altında tüm şiirlerini bir araya getirir ve bu kitap da 1982’de Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’nü şairine getirir.
1976 yılına kadar Kapalı Çarşı’daki turistik eşya ve halı ticaretini gerçekleştiren Edip Cansever daha sonra tamamen şiire yönelmiştir. Bodrum’a tatil için giden Edip Cansever, burada beyin kanaması geçirir ve İstanbul’a tedaviye getirilir. Ancak usta şair, 28 Mayıs 1986 yılında yaşama veda eder.

 Edebi Kişiliği
II. Yeni hareketi içerisinde yer alan Edip Cansever, şiirlerinde kapalı diye tabir edilen bir şiir anlayışı içerisindedir. Şiirlerinde bir kişi seçerek onun üzerinden soyutu ve somutu anlatan Cansever, şiirdeki birçok kalıbı yıkarak hareket emiştir. “Masa da Masaymış Ha” adlı şiiri bir nesne üzerinden birçok fikri kapalı bir şekilde kaleme almasının en büyük örneklerinden biridir. Şair, söz konusu şiirde bir masa ve bu masaya konulan nesneler üzerinden birçok dünya görüşünü, yaşayış biçimini, fikri muazzam bir ustalıkla kaleme almıştır. Bunun yanı sıra Edip Cansever, herhangi bir nesneyi şiirine dekor oluşturarak hareket etmeyi amaçlamıştır. Çünkü şaire göre insanlar ile nesneler arasında büyük bir bağ vardır. Yine Edip Cansever’in şiirinde tiyatro da büyük yer tutmaktadır.
Şiirlerinde tiyatro diyalogları özellikle de Klasik Yunan üslubu tiyatro diyalogları şairin şiirlerinde sık rastlanan bir durumdur. Edip Cansever, şiiri bir uğraş olarak görmekten çok bir yaşam biçim olarak yaşamıştır.
Öyle ki Cemal Süreya, Edip Cansever için yazdığı bu şiirde onun şiire olan tutkusunu açıkça dile getirmiştir:
“Yeşil ipek gömleğinin yakası
Büyük zamana düşer.
Her şeyin fazlası zararlıdır ya,
Fazla şiirden öldü Edip Cansever.”
Cemal Süreya
Eserleri
• *İkindi Üstü
• *Yerçekimi Karanfil
• *Çağrılmayan Yakup
• *Umutsuzlar Parkı
• *Petrol
• *Tragedyalar
• *Sonrası Kalır
• *Yeniden
• *Oteller Kenti
• *Ben Ruhi Bey Nasılım?
• *Nerde Antigone

Şiirlerinden Dizeler
"hadi anlat deseler anlatamam
bir yere gidiyorken cayıp bir başka yere gitmeyi..."

"hava soğudu -kasımın son günleri-
kar yağacak, bembeyaz olacak unutulmuşluğum... "

"kimsenin öldüğü yok, yaşadığı da. herkes biraz var o kadar..."

"biz aykırıya, ayrıntıya, ayrıksıya, azınlığa tutkunuz..."

"Bir taş atarsın, taş nereye düşerse 
Mutlaka bir köşebaşıdır
Çünkü yüreğin daralmıştır ve kıştır..."

""eylülsem, istemeden kırılıyorsam bazen
dağınık, renksiz bir mozayık gibiysem
üstelik yalnızsam bir de -telefonda kuş sesleri-

aynalardan duvarlara bir üzünç akıntısı

bu dünyada çekingen olmak çok iyi bir şeydir baylar." 

"çünkü sen, sen benim sevmemin başlangıcısın olsa olsa..."

Ahmed ARİF

Hasretinden Prangalar Eskittim adlı tek şiir kitabıyla çok geniş bir okur kitlesine ulaşan Ahmed Arif 21 Nisan 1927’de Diyarbakır’da doğdu, aynı kentte yaptığı ortaöğreniminden sonra Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü’ne girdi. 1950’den sonra siyasi görüşleri nedeniyle sık sık tutuklanıp uzun süreler cezaevinde yattığı için öğrenimi yarım kaldı. Ankara gazetelerinde teknik sekreterlik, düzeltmenlik gibi işlerde çalıştı. 1948-1954 arasında Yeryüzü, Beraber, Seçilmiş Hikayeler, Yeni Ufuklar, Kaynak dergilerinde yayımlandığı şiirlerden sonra uzun bir suskunluk dönemine girdi. İçinde 19 şiir bulunan Hasretinden Prangalar Eskittim 1968’de yayımlandı ve şiir kitaplarından görülmedik bir baskı sayısına ulaştı.
Ahmed Arif ilk şiirini Garip şiirinin baskın olduğu dönemde yayımladığı halde bu akımdan etkilenmedi. Nazım Hikmet’in açtığı yolda kendine özgü bir şiir oluşturdu.
Ahmet Arif 2 Haziran 1991'de Ankara’da öldü.

Ahmed ARİF Kendini Şöyle Anlatıyor:

Anlatılanlara göre, 1927 Nisan ayının 21. Gününde doğmuşum, Diyarbakır’da Yağcı sokak 7 nolu evde. Yani, yazlık ve kışlık odalarıyla, geniş avlusuyla, bahçesiyle dönemin tipik Diyarbakır evlerinden birinde.



Asıl adım, Ahmed Önal. Ahmed Arif olarak bilinirim. Öz anamın adı, Sayre. Kürt'tür. İki yaşındayken kaybettim onu, kardeşimin doğumu sırasında. Beni büyüten, emziren, yedirip içiren, eğiten Arife Anamdır. Babam, Kerküklü Arif Hikmet. Kürt değildir. Rivayete göre, babamın büyük babası Rumeli’den göçmüş buralara. Babamın sivil hayattaki son görevi, nahiye müdürlüğü. Bu üçünü de çok severim; hayatta laf söyletmem onlara. Hatta bir keresinde, nezarethanede polis, anama babama sövdü, aynı dille karşılık verdim ona; tabi cezayı kesti hemen ama olsun yinede yutmadım savurduğu küfrü.



İlkokulu Diyarbakır Siverek İlkokulunda okudum. Hatırlıyorum o dönemde “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyası başlatılmıştı. Türkçe konuşmayanlar ya da konuşamayanlar, karakola götürülüp dövülüyordu. Tam olarak hatırlamıyorum ama galiba 1934 yılıydı. Karakolun önene birini yatırmışlar, adam çıplak. Polis öldüresiye dövüyor adamı. Adam “Ya Muhammed” diye bağırıyor durmadan. Bağırmasından adamın Arap olduğunu anladık. Çünkü Türk, Kürt ya da Zaza olsaydı başka türlü bağırırdı. Biz çocuklar, aşağı yukarı yetmiş-seksen metre daha yukarıdayız; hepimizin elinde ip sapan. Anlaştık aramızda ve polislere bıraktık taşları; Arab’ı vurmamaya da gayret ettik tabi. Sapanlarla iki polisi yıktık yere, sonrada başladık kaçmaya. Akşama herkes bizden söz ediyordu mahallede.



Ortaokulu da Urfa’da okudum. Liseyi ise yatılı olarak, Afyon Lisesinde. Bütün okul hayatımda, tanıdığım en yetenekli, en yiğit, en mert, en bilgili adamlar o lisedeydi. İşte o yıllar… Yıl 1943 olmalı… Taş çatlasa 16–17 yaşındayım. Durmadan şiir yazıyorum. Bir dergi, Seçme Şiirler Demeti adıyla kuşe kâğıda basılıyor. Bir sayfanın sol başında Neyzen Tevfik, sağ başında Ahmed Arif. Ben Neyzen Tevfik’in torunu yaşındayım tabi o zaman hatta daha da küçük. Birde 10 Lira geliyor bana dergiden, telif hakkı. Düşünün Babam bana ayda 5 lira gönderebiliyor. O yüzden 10 Lira büyük paraydı o zaman için.

İlk şiirim, 1942 yılında Afyon Halkevi dergisi, Taşpınar’ın kasım sayısında yayınlandı. Şiirimin ismi “Gözlerin”

Gözlerim maviliğin ruhudur.
Fecirlerin tebessümü içer.
Berraklığında ilah çocukları uyur
Ve emer sukutu beyaz gölgeler.

Aslında bu şiiri, ortaokulda yazmıştım ama son düzeltilerini lisede yaptım.

1947 yılı sonbaharında, yüksek öğrenim için Ankara’ya gittim. Dil ve Tarih, Coğrafya, Felsefe Bölümüne kaydımı yaptırdım. Bir yıl sonra Merkez Bankası’nda işe girdim. 1951 yılı Ekim ayında başlatılan “solcu tevkifatı’nda” iş yerimden alınarak götürüldüm, bunun yüzünden de eğitimi mi tamamlayamadım. Dokuz gün işkenceye mahruz kaldım. Benden, para toplayarak komünistlere dağıttığıma dair bir belgeyi imzalamamı istediler. Daha sonra soruşturma kapsamında beni İstanbul’a götürdüler; Sansar yan Hanında bir hücreye attılar beni. Orada bulduğum bir kibrit çöpüyle duvarda bir takvim oluşturdum. Doğru mu bilmiyorum ama tam 128 gün saydım. İşkenceler çok kötüydü, iddia ediyorum bana yapılan işkence kimseye yapılmamıştır bu ülkede. Çıldırmak üzereydim, sesler duyuyordum. İnsanın bazı duyuları çalışmadığında çalışan duyular eskisinden daha fazla çalışıyor. Benimde hücrede görme duyum çalışmıyordum çünkü hep karanlıktı, çığlıklar, haykırmalar duymaya başladım. Sonra dedim ki “Oğlum Ahmed burada delirirsin filan arkandan söylenti çıkarırlar, korkusundan delirdi diye kalk önüne geç bunun” ve sonra bileklerimi kestim. Sonrasını hatırlamıyorum, hastanede uyandım; zar zor yetiştirmişler. Garip… Hem işkence ediyorlar, içerde bile acı çektirmek için o kadar uğraşıyorlar hem de ölmeme izin vermeyip beni hastaneye yetiştiriyorlar. Sakın onarlın yaptığını iyilik ya da insanlık olarak algılamayın. Daha fazla acı çektirmek için beni yaşattıklarını öğrenmem uzun sürmüyor. İyileşip hücreye tekrar atılmamdan sonra, bir gece yıldırım bir telgraf geliyor bana, Anamdan. Şöyle diyor “Baban öldü, cenaze yerde kaldı, ben oralara gelemiyorum. İmza: Annen Arife. O an telgrafı okur okumaz neler yaptığımı anlatmak istemiyorum. Gençler bilmesin bunları. Ama öyle demoralize olmuşum ki hemen hastaneye yetiştiriyorlar. Daha sonra bu telgrafın düzmece olduğunu doktordan öğreniyorum. Meğerse Anam bana hiç telgraf çekmemiş.

Babamı 1953 yılında kaybettim, hala içerdeyim o vakit. Ama benim tutuklandığımı hiç bilmedi babam, başından beri benim Avrupa’da olduğumu sanıyordu.

TCK’nin 141. Maddesine ihlalden toplam 38 ay tutuklu kaldım. Tekrar ediyorum 141. Maddeye ihlalden. Nedir 141. Madde? Zilyedinin rızası olmadan başkasına ait taşınır bir malı, kendisine veya başkasına bir yarar sağlamak maksadıyla bulunduğu yerden alan kimseye bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası verilir. Yani bana 1951 de zorla imzalattırdıkları belge. Düzmece kişilerin, düzmece tanıklarla desteklendiği, düzmece bir mahkeme tarafından, düzmece bir suçun kabulü, benim tam 38 ayıma mal oldu. 7 Ekim 1954’te tahliye edildim, tabutluktan yattığım 17 günün neticesi sağ omzumdaki ağrıyla. Hala çekerim o ağrıyı.

1956’ dan itibaren Medeniyet, Öncü ve son olarak Halkçı gazetelerinde düzeltmenlik yaptım. Şiirlerim başta Pazar Postası olmak üzere birçok dergi ve gazetede yayınlandı. İlk ve tek şiir kitabım Hasretinden Prangalar Eskittim ’i 1968 yılında çıkardım. Tek kitabımdı ama tam 20 senemi verdim o kitaba. Sonraki baskılarla eklenmiş şiirleri sayarsak tam 50 yıl. Şiirlerim kısa zamanda devrimciler, bilim adamları, gazeteciler, aydınlar ve üniversite öğrencileri arasında çok sevildi, bunu kitabımın baskı üzerine baskı yapmasından idrak ediyorum. Şüphesiz şiirlerim 1971 ve 1980 darbelerinde tutuklanan gençlere ve aydınlara dayanak oldu.

Emekliliğimden sonra Ankara’daki mütevazı evime çekildim. Gösteriş ve gürültüden uzak durmuşumdur hep, çünkü ben doğuluyum. Az gelişmiş değil, sömürülmek için kasıtlı olarak geri bırakılmış bir ülkenin aşiret töreleriyle yetişmiş bir çocuğuyum.

1983’te Anam Arife Önal’ı kaybettim. Okumamıştı ama… Pardon, okumamış yanlış oldu. Okutulmamıştı ama şirin bir kadındı. Bir keresinde komşularıyla toplanmışlar muhabbet ediyorlar. Komşu kadılar sürekli oğullarıyla övünüyorlarmış “Benim oğlum İzmir’e gitti doktor oldu. Benim oğlum İstanbul’a gitti mühendis oldu. Büyük oğlum Bursa’ ya gitti mimar oldu” diye. Anam altta kalır mı? Oda “Benim oğlumda Ankara’ya gitti komünist oldu” demiş. Garip anam ne bilsin, komünistliği de doktorluk, mühendislik gibi bir meslek zannediyor.

Asıl adım Ahmed Önal, Ahmed Arif olarak bilinirim. Yaşamım boyunca hakkı aradım; ezilenin ve güçsüzün yanında durdum. Memleketlilerim sömürülmesin, memleketlilerim kullanılmasın, memleketlilerim ölmesin diye konuştum. Eşitlik için yazdım, eşitlik için söyledim, eşitlik için dayak yedim, eşitlik için sövdüm. O günleri göremeyeceğimi bilsem de birilerine o günleri gösterebilmek için öldüm.

Şiirlerinden Dizeler

"...Ve ben şairim.
Namus işçisiyim yani
Yürek işçisi..."

"  Haberin var mı taş duvar?
  Demir kapı, kör pencere,   Yastığım, ranzam, zincirim,   Uğruna ölümlere gidip geldiğim,   Zulamdaki mahzun resim,   Haberin var mi?   Görüşmecim, yeşil soğan göndermiş,   Karanfil kokuyor cıgaram   Dağlarına bahar gelmiş memleketimin..."

"...seni, anlatabilmek seni. 
iyi çocuklara, kahramanlara. 
seni, anlatabilmek seni, 
namussuza, haldan bilmez, 
kahpe yalana..."

"...seni bağırabilsem seni, 
dipsiz kuyulara, 
akan yıldıza, 
bir kibrit çöpüne varana, 
okyanusun en ıssız dalgasına 
düşmüş bir kibrit çöpüne..."


"...yokluğun, cehennemin öbür adıdır 
üşüyorum, kapama gözlerini..."

"terketmedi sevdan beni,
ac kaldim, susuz kaldim,
hayin, karanlikti gece,
can garip, can suskun,
can paramparca...
ve ellerim, kelepcede,
tütünsüz uykusuz kaldim,
terketmedi sevdan beni..."


"...dayan kitap ile,
dayan iş ile,
tırnak ile, diş ile,
umut ile, sevda ile, düş ile.
dayan rüsva etme beni..."


"...asıl, bizim aramızda güzeldir hasret
ve asıl biz biliriz kederi..."